9 Kasım 2009 Pazartesi

ÖZLEMLE, SAYGIYLA
VE MİNNETLE ANIYORUZ

Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Büyük Devrimci Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, bundan 71 sene önce aramızdan ayrıldı. Gazi’nin, hiç beklenmeyen zamanda gelen vefatı, Türk Ulusu’nu derin acılarla yüz yüze bıraktı. Dolmabahçe’den yayılan kara haber, bizimle birlikte bütün dünyayı da yasa boğdu.
Türk Ulusu, sanki can evinden vurulmuştu. Tutunduğu güç, beklemediği bir anda elinden kayıvermişti. O’nunla birlikte takati gitmiş, çaresi de tükenmişti… Yaşama sarıldığı bağ kopmuş, sanki ümitleri de yok olmuştu…
Atatürk’ün, ilk etapta Dolmabahçe’nin büyük tören salonunda katafalka konulan tabutu, günlerce ziyaretçi akınına uğradı. Göz yaşları sel oldu aktı. Dünyanın dost, düşman bütün ülkelerinden gelen temsilciler de Gazi Mustafa Kemal’e duyduğu saygıyı ve minneti gösterdi.
Generallerin omzunda saraydan çıkarılan Gazi’nin tabutu önce Gülhane Parkı’na, sonra bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. İzmit’e Yavuz zırhlısıyla getirilen cenaze, buradan trenle Ankara uğurlandı. Ankara’da, TBMM önünde yapılan törenin ardından bugünkü Etnografya Müzesi’nde hazırlanmış olan geçici kabrine konulan tabut, burada on beş yıl kadar kaldı. Gazi Mustafa Kemal’in naaşı, nihai olarak da; 10 Kasım 1953 tarihinde Anıtkabir’e nakledilerek, Türkiye’nin her ilinden getirilen topraklarla ebedi istirahatgahında yerleştirildi…
Her yıl 10 Kasım’da Gazi’yi bir o kadar daha özlemle anıyoruz. Üzüntümüz her sene yenileniyor. Atamız’ın aramızdan ayrılışını sanki yeniden yaşıyoruz…
Dünya, büyük bir liderini yitirdi. O’nun hakkında, düşmanlarının bile saygıyla söylediği sözler tarihin onurlu sayfasındaki yerini aldı.
Tarihinde çok acılar yaşamış olan Türk Ulusu, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün aramızdan ayrılışının acısını, o günden buyana her yıl yeniden yaşamaktadır.
Şimdi sizleri o günlere götürmek istiyorum. Gazi’nin ölümünün hemen ardından, 11 Kasım 1938 günü, O’nun gazetesi kabul edilen Ulus Gazetesi’nin başyazarı Falih Rıfkı Atay’ın yazdığı baş yazıyı gelin birlikte okuyalım:


“KURTARICINI
VE
EN BÜYÜK EVLADINI
KAYBETTİN
Türk Milleti sen sağ ol!


Bırakınız, son kanlı damlasına kadar, göz yaşlarınızı O’nun yasında tüketiniz. Atatürk’ün ölümünü görmüş olanlar, bir daha kime ağlayacaksınız?
Aylardan beri, on yedi milyon O’nun baş ucunda, bu faciayı geciktirmek için çırpındı, durdu. Bir tanrı veya kahraman mı, bir baba, dost veya kardeş mi? Onunla ne kaybediyorduk?
Hayır…! Onsuz nemiz kalacaktı?
Boş sözü bırakalım!
Atatürk ölmüştür, hakikat bu!
Müthiş olan bu!
On yedi milyon bir günde, bir babadan öksüz kaldı.
En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk Tarihi’nin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü. Halk, en büyük Türk Kahramanı’nı, ordu en büyük Türk Başbuğu’nu, tarih en büyük Türk’ü ve asrımız en büyük insanını kaybetti. Acının derinliğini, sıcak ruh yaramız soğumaya ve uyuşan beynimiz yeniden işlemeye başladığı zaman anlayacağız.
Benden sonra… Benden sonra… Senelerden beri, hepimiz, böyle bir kara günün ıstırabını, bu iki kelime ile gönlümüzden uzaklaştırıyorduk. Düşünmekten korkuyorduk.
İşte Onsuz kaldık…
Onsuz… Fakat O’na bin kere verdiğimiz bir tek namus sözüyle kaldık. Eserini ve davasını korumak ve yükseltmek!
Bizler için hayatın bir manası varsa; bu yemini yerine getirmek için yaşamaktır.
Bugün O’na ağlayıp, yanmak için bir tek kalbiz. Yarın O’nun eserini ve davasını müdafaa etmek için bir tek irade gibi kaynaşacağız.
Atatürk, şimdiye kadar bilmeyenler, bu milletin seni ne kadar sevdiğini, senden sonra, ismin ve eserin üzerine titrerken anlayacaklar!
Aklımızın ve kalbimizin vazifelerini ayıralım.
Ey bütün ağlaşanlar!
Göz yaşlarınızı birbirine kattığınız gibi, ellerinizi birbirine uzatınız.
Atatürk’e, yaşarken verdiğiniz sözü unutmayınız!
Falih Rıfkı ATAY
Ulus Gazetesi
11 Kasım 1938

***
Atatürk Türkiyesi’nin bugünkü hali içler acısı… Sadece, illerin tamamında ve bir kısım büyük ilçelerde yabancı ülke ve şirket bayraklarının sallanıyor olmasını söylemek bile sanırım yeterli…
O, ‘En Büyük Eserim’ dediği Laik Cumhuriyete karşı, karanlık güçler tarafından yapılan bütün saldırıları bertaraf etmişti. Ancak, malum zihniyetin bugün halen aynı misyonlarını sürdürüyor olmaları gerçekten çok acı…
Ey Türk Gençliği! Birinci vazifeni sakın Unutma!
Emaneti canından aziz bil ve gereği gibi davran. Rehberin Atatürk İlke ve Devrimleridir. Bir gün tarihe hesap vereceğini bir an bile aklından çıkarma…!
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

29 Ekim 2009 Perşembe

Değerli Dostlar,

Milli Mücadele ve Cumhuriyet tarihimiz, acı tatlı bir yığın anılar içermektedir. Cumhuriyetimiz’in 86. yaşını henüz kutladığımız bugünlerde size, okuduğunuzda içinizi burkabilecek ve gözlerinizin dolmasına yol açabilecek bir anekdot sunmayı düşündüm. Gazi Kovan’ın Hikayesi
Belki birçoğumuz bu hikayeyi daha önce okumuştur. Hiç duymamış olanlarımız da vardır elbet… Bu durumda, bir kez daha yayınlamanın yararlı olabileceğini düşünerek göndermekteyim…
Umuyorum ki; yakın tarihimiz içinde yer alan bu tür hikayeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl kurulduğu ve Cumhuriyet’in hangi şartlardan geçilerek ilan edildiği konusundaki bilgilerimize, bir nebze de olsa, katkıda bulunabilsin…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bölünmez Bütünlüğü’ne, Üniter Yapısı’na ve Ulusal Birliği’ne kast eden emperyalizmin maşaları hain ve işbirlikçilerin, gemi iyice azıya aldıkları açık ve seçik ortadadır.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün İlke ve Devrimleri’ni izleyerek, Laik Cumhuriyete ve dolaysıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sahip çıkabilmemizin olmazsa olmazı; Birlik ve Beraberliğimizi korumaktır. Bunun için de yakın geçmişteki tarihimizi bilmemiz kaçınılmazdır.
Gazi Kovan’ın hikayesi, gerek Milli Mücadele ve gerekse de Cumhuriyet Tarihimiz içindeki ve ders alınabilecek sayısız hikayelerden sadece birisidir.
………………….
Ulusal Kurtuluş Savaşı için İstanbul’daki Tophane-i Amire Fabrikası’nda çalışan ustalardan bir kısmı ile bazı tezgah ve teçhizat, o dönemin zor şartları altında, Ankara’daki İmalat-ı Harbiye (Bugünkü Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun ilk hali…) Top ve Mühimmat Tesisi’ne getirilmiştir.
Savaş şartları içinde Ordunun ihtiyaç duyduğu teçhizatın önemli bir kısmı bu Tesis tarafından üretilmiştir. Gazi Kovan da; üretilen bu teçhizattan birisidir.
Savaşın en yoğun olduğu dönemlerde, cephe hattına tam sekiz kez gidip-gelen ve her defasında da dolumu İmalat-ı Harbiye’de yapılan Gazi Kovan, yaptığım araştırmalar neticesinde, bugün, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT Paşa’nın kişisel gayretleriyle hediye edildiği MKE Genel Müdürlüğü’nde bulunmakta ve Kurumun Genel Müdürlük katında sergilenmektedir.

***
GAZİ KOVAN’IN
HİKAYESİ

Mart 1921 - İnönü Ovası
İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı. Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı.
Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir armonisi, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi.
Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı.
Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatta erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde ‘Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü’ yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu.
Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının 'Kalem' dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. ‘Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339 İnönü’.
Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. ‘Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!’ Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı. Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı.
Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan ‘Allah kavuştursun’ diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp ‘Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi’ dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.

Eylül 1922 – Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; ‘Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz’ yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular; ‘Bismillahirrahmanirrahim. Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli’.
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu.


İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın gümüş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.

Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.

Ocak 1923 - Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı.

29 Ekim 1923 - Ankara
Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclis’ten, Cumhuriyetin İlan Edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi. ‘Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım’. Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. ‘Evet teğmenim? Sizi dinliyorum’. Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. ‘Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim’. Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...
On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş ‘Yüzüncüyü attık komutanım’ diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankılanıp, dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.
Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. ‘Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim’ dedi.
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl Cumhuriyet Bayramı’nda değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı.
1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da ‘Gazikovan’ soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. ‘Kovan’ sözcüğü insanlarda ‘Kovalayan’ anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.
Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

28 Ekim 2009 Çarşamba

LAİK CUMHURİYETİMİZ
86 YAŞINDA

Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine
düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin
imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait,
çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Önceki yazılarımda değinmiştim, Cumhuriyet Yönetim Biçimi halkın iradesini esas alır. Halk, kendisini yönetme yetkisini verdiği kişileri, özgür iradesiyle ve demokratik yasaların öngördüğü şekilde seçer. Bizde de böyledir. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünürken; Halkın, kendi kendisini yönetmesinde tek söz sahibi olmasını ilke edinmiştir.
Dikkat edildiğinde hemen fark edilecek ki; dünyada Cumhuriyet’le yönetilen bir çok ülke vardır. İlk akla gelen iki örnek çarpıcıdır: İran, bir İslam Cumhuriyetidir. ABD ise Federal bir Cumhuriyettir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti bu iki örnek ülkeden ve daha bir çok Cumhuriyetle yönetilen ülkeden farklıdır. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti, Halkın Egemenliği Esası’na Dayalı, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş bir Cumhuriyet’tir.
Bizi farklı kılan, Laik Cumhuriyetimizin bu üstün özellikleridir. Burada, Büyük Devrimci Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü bir kez daha saygıyla anıyor ve bize, dünyanın, Cumhuriyetle yönetilen bütün ülkelerinden farklı bir Cumhuriyet Yönetimi bahşettiği için minnettarlığımı sunuyorum.

***

Cumhuriyet’in ilanı, bir kısım hain ve işbirlikçilerin söylediği gibi, pek kolay olmamıştır. Uzun yıllar saltanat baskısında yaşayan ve devlet katında asla itibar göremeden hayatını sürdüren Türk Ulusu, Mustafa Kemal’in etrafında kenetlenmiş ve O’nun önderliğinde gerçekleştirdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandırmıştır. Savaşın acımasız şartları bir yandan sürerken; Mustafa Kemal bir yandan da geleceği planlamakta ve Türk Ulusu için muhteşem bir yönetim biçimi hazırlamaktaydı.
Her ne kadar, 23 Nisan 1920’de Meclis açılmış ve Milli Egemenlik hakim kılınmışsa da; yaşanılan olağanüstü şartlar göz önünde bulundurulduğunda, halkın, hakkında yeterince bilinç sahibi olamadığı yeni bir yönetim biçiminden, yani Cumhuriyet’ten bahsetmek, hele hele Cumhuriyet İlanı’nı açıklamak, ulusal birliğin devamı açısından yararlı görülmüyordu. Savaş bütün hızıyla sürmekteydi. Bu durumda Türk Ulusu’nun dikkatini Cumhuriyet gibi önemli bir noktaya yoğunlaştırmanın zorluğu, hatta imkansızlığı görülüyordu.

***

Meclis açılmış ve kanunlar çıkarılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal bulduğu her uygun fırsatta da arkadaşlarına Cumhuriyet fikrini yavaş yavaş açmaya başlamıştı. Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sonra artık Cumhuriyet’in İlanı zamanı da geldiğine inanılmaktaydı.
Nihayet, 28 Ekim 1923 akşamı, Mustafa Kemal arkadaşlarıyla tartışmaya başladı ve ‘En Büyük Eserimdir’ dediği Cumhuriyet’in ilan edileceğini onlara açıkladı. O akşam İsmet Paşa ile oturup gerekli yasanın hazırlığı yapıldı. Yasa tasarısında öne çıkan en önemli hususlar; ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ ve ‘Türkiye Devleti’nin yönetim şekli Cumhuriyet’tir’ gibi ifadelerdi.
Konu, ilk önce parti grubunda kabul edildi. Arkasından Meclis toplandı ve yasa tasarısı görüşülüp, kabul edilmesinden sonra, bütün milletvekillerinin, ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ nidaları neticesinde, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edildi ve mevcut devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Mustafa Kemal de; oybirliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak seçildi.

***

Geriye dönüp baktığımızda; Laik Cumhuriyetimiz’in bugüne değin bir çok sıkıntıları yaşadığı ve özellikle Laik düşünce karşıtı dinci, yobaz, çağdışı, gerici vb zihniyetin çeşitli isyanlar çıkarttığı, bulduğu her fırsatta Laik Cumhuriyet’i ve dolaysıyla da Atatürk İlke ve Devrimleri’ni hedef aldığı maalesef üzüntüyle görülebilmektedir. Bugün bile Sevr özentisiyle onu yeniden diriltmek arzusunda olan mevcuttur.
Emperyalist güçlerin maşalığını yapan hain ve işbirlikçi zihniyetin bu teşebbüsleri, içinde bulunduğumuz dönemde, ABD ve AB’nin desteğiyle daha da hız kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni önce bölüp, parçalamak ve sonra da ebediyen yok edebilmek için her türlü yol ve yöntem denenmektedir.
Gaflet içindeki bir kısım hain zihniyetin, dolambaçlı yollardan giderek, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve beraberliğine zarar verecek hareketlere destek sağladığı görüntüsü vererek, teslim olmak amacıyla gelen bölücü teröristlerin, adeta şov yaparcasına karşılandığı acı bir gerçektir.
Türk Ulusu’nu bölünmeye, parçalanmaya ve sonra da yok olmaya götürebilecek bu tür teşebbüslerin, ABD tarafından da açıkça desteklendiği, bölücü teröristlerden bir grubun, ‘Sözde Barış Elçisi’ sıfatıyla geldikleri ve sorgulamanın ardından da serbest bırakılmalarından sonra yaptıkları, ‘Gelişmelerden memnuniyet duyulmaktadır’ şeklindeki açıklamalarla da açıkça tescillenmiştir.

***

Laik Cumhuriyetimiz, 29 Ekim 2009 tarihinde 86. yaşını tamamlamaktadır.
Özellikle son 70 yılı çok zor geçmiş olmasına karşın; Atatürk Gençliği olarak, ömrümüzün sonuna kadar O’nu yaşatacağımızdan ve koruyacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Bir çok badireler atlatıldı, yine de atlatabiliriz… Bu, hiçbir şeyi değiştirmez!
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, ‘Gençler! Cumhuriyet’i Biz kurduk, O’nu yaşatacak ve yüceltecek sizlersiniz’ ve ‘Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir’ şeklindeki sözleri şiarımız ve rehberimiz olacaktır.
Türk Ulusu’nun Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

19 Ekim 2009 Pazartesi

DEMOKRATİK AÇILIM
Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun,
istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık
karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye lâyık sayılamaz

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Bir-kaç gün önce sizlere gönderdiğim AÇILIMLAR SAÇMALIĞI başlıklı yazımda, uzun sayılabilecek bir süreden beri gündemde tutulan AÇILIM konusunu ele almış ve Ermeni Açılımı’nı da ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Şimdi ise, hükümetin üzerinde kıvrandığı ve bir türlü de içini dolduramadığı Demokratik Açılım konusuna sıra geldi.

***
Özellikle son gelişmeler baş döndürücü bir hızla seyrediyor.
Önceleri Kürt Açılımı dediler, sonra gelen tepkiler üzerine, güya biraz yumuşatarak Demokratik Açılım diye söylemeye çalıştılar. Ancak, bu açılımın ne olduğunu hiç kimse anlamadı. Çünkü anlatamadılar. Fikri ortaya atan hükümet de; Açılım’ı yeterince açamadı, içini gerektiği şekilde dolduramadı. Görüldüğü gibi kıvranıp duruyorlar…
Türk Ulusu neler olup/bittiği konusunda şaşkına döndü dersek yeridir. Bizler de; Açılımların içini bir türlü doldurup, Türk Ulusu’na gerçekleri sunamadık. Çünkü hükümet kapalı kutu. Amacını bölüşmedi ki, üzerinde bir şeyler söyleyebilelim. Neler düşünüyorlarsa gidip Amerika ile görüşüyorlar. Bize gelince ketumlar…
Olup/bitenler yeterince anlaşılamamışken; sanki üzerine tuz-biber ekiyormuş gibi, bir de RTE 19 bakanıyla birlikte Irak’a gitmez mi…?
Sokaktaki vatandaşımız, bunları görünce olayın neler olabileceğini, Dil’in altındaki baklanın ne olduğunu nihayet anlamaya başladı.

***
Görünen o ki; Amerika’nın öteden beri istediği Ortadoğu haritasının yeniden şekillenmesinde acele ediliyor. BOP kapsamında planlananların uygulanmasında, Atatürk Türkiyesi’nin Hükümeti de, kendisine verilen görevin gereğini behemahal yapmaya soyunmuş görünüyor.
Efendiler…! Gözünüzü açın!
Yaptıklarınızın Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmazlarını, kırmızı çizgilerini zorladığını, hatta ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu görmüyor musunuz?
Yıllardır Irak’ın kuzeyinde Amerika tarafından beslenen bölücü terörün ekmeğine yağ sürmekte olduğunuzun farkında değil misiniz?
Barzani denen sefil, nankör ve insanlıktan yoksun yaratık, Irak’ın kuzeyi için, ‘Kürdistan’ın Güney Bölgesidir’ diyor, siz de buna, ‘Sen ne diyorsun arkadaş? Orası güney olursa; kuzeyi benim topraklarımda kalıyor. Bu ne biçim saçmalıktır. Bunun kabul edilebilir bir yanı olamaz…’ diyeceğinize, kalkıp adamın ülkesine resmi ziyarette bulunuyor ve bu yetmemiş gibi; birde Irak’lı bakanlarla birlikte ‘Ortak Bakanlar Kurulu’ toplantısı düzenliyorsunuz…
Eh! Pes doğrusu…!
Sonuçta beyazlarla karalar ayrışmaya başladı.
Hükümetin Açılım adı altında Amerika’nın talimatlarını uyguladığı, AB’nin de bir kısım arzularını yerine getirmeye çalıştığı açıkça görülüyor...
Büyük tabloya bakıldığında ve parçalar yerlerine doğru şekilde yerleştirildiğinde; uygulanmaya çalışılan saçmalıkların Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olduğu ortaya çıkıyor. Zaten, istenen de bu değil mi…?

***
Gerçekten şaşılacak olaylara tanıklık ediyoruz.
Atatürk Türkiye’sinin Başbakanı, Amerika’nın dayatmasıyla, bir yanda, doğuda Ermenistan’la iki sınır kapısının açılması başta olmak üzere, muhtemel ki daha bir yığın tavizin verildiği bir protokol imzalıyor.
Diğer yanda da; 30 bini aşkın vatandaşımızın şehit olmasından ve binlerce ailenin ocağına ateş düşmesinden sorumlu olan bölücü terörün işine yarayabilecek girişimlerde bulunuyor. Adına da Demokratik Açılım deniyor…
Bunların ve daha bir çok faaliyetin neden yapıldığına baktığımızda:
1-Özellikle Amerika’ya karşı bedel ödenip, AB’ye şirin görünmeye çalışılması ve dolaysıyla da Laik Cumhuriyet’in önünde tek engel olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, AB üzerinden baskı yapılması,
2-Dışarıdan alınan talimatların gereği olarak, Cumhuriyet’in ilanından bu yana asla vazgeçilmeyen Karşı Devrimci faaliyetlerin sürdürülmesi,
3-Hayal edilen Devlet yapısına doğru adım adım gidilmesinin yollarının açılması,
4-Vatandaşımızın, ekonomik kriz altında ezilmesi, işsizlik, açlık, yetersiz sağlık hizmetleri, eğitim çıkmazı vb gibi daha bir yığın sorunlarının gündeme gelmesinin engellenmesi,
5-Olası bir Erken Seçim’de, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde, Kürt vatandaşlarımızın ağırlıkla yaşadığı bir kısım illerden bir miktar daha oy çıkarılabilmesi,
gibi hususlar ilk göze çarpanlardır.
Bunun adına Teslimiyetçilik denilmez de ne denir?
Ben başka bir isim bulamıyorum. Bulan olursa söylesin ki, ben de öğreneyim…
Ülke’yi açıkça bölünmeye götürebilecek, kasıtlı ve bilinçli yapıldığı açıkça sırıtan acı uygulamaların tanığı oluyoruz.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı ve NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE demekten bir an bile sakınmayan vatandaşlarımıza soruyorum;
Sizce de öyle değil mi?
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

16 Ekim 2009 Cuma

AÇILIMLAR SAÇMALIĞI

Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler
Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Kürt Açılımı, Demokratik Açılım derken; bir de Ermeni Açılımı çıktı karşımıza. Yoksa bunların hepsi bir paket de, gündeme taksit taksit mi taşıyorlar…?
Orasını bilemem. Ama bir şeylerin tezgahlandığı ortada. Planlamanın da yurtdışında yapıldığına inanıyorum.
Obama Ankara’ya geldi ve Amerika’da her yıl Nisan ayındaki gerginliği gerekçe göstererek, üstü örtülü bir vaziyette ifadelerle, komşularla olan sorunların bir an evvel çözüme kavuşturulması vs gibi laflarla söyleyeceğini söyledi ve gitti.
Bizdeki bir kısım şaşkınlar da arkasından methiyeler döktürdü. Yalakalıkta sınır tanımaz ifadeleri gazetelerin baş sayfalarına ve hemen her akşam televizyon ekranlarına taşıyıverdiler…

***
ERMENİSTAN AÇILIMI
Ermenistan ile Protokol imzalandı.
Yakında, sınırın karayolu çıkışı olan Alican Kapısı ile Demiryolu çıkışı Akyaka Kapısı açılır.
Protokolle daha nasıl tavizler verildi henüz bilemiyoruz. Zaman ilerledikçe gelişmeleri birlikte göreceğiz.
Uluslar arası ilişkilerde Karşılıklılık(Mütekabiliyet) esastır. Protokolün imzalanmasıyla verilen tavizlerin ileride başımıza iş açacağından endişe duyuluyor.
Adamların neleri talep edeceğini kestirmek pek zor değil. Çünkü, Doğu Anadolu Bölgemizin büyük kısmını kendi toprakları olarak görüyorlar. Buraları bir an evvel ele geçirmek arzusunda olduklarını her fırsatta dillendiriyorlar. Anayasalarında bile bu konuda maddeler var. Cumhurbaşkanlığı armalarının tam orta yerinde Ağrı Dağı’nın figürü bulunuyor.
Bu durumda; Ermenilerle olan ilişkilerde dikkatli, uyanık ve akıllı olmak zorundayız.
Ermenistan dediğinizin eti ne, budu ne ki böylesine tavizkar davranıyorsunuz? Alt tarafı 2.5 milyon nüfusa sahip, henüz tam anlamıyla devlet olma başarısını bile gösterememişler…
Sağa sola saldıran, Azerbaycanlı kardeşlerimizin toprağını işgal eden, düne kadar Türk Diplomatları acımasızca katleden, her bulduğu fırsatta, Irak’ın kuzeyinde yuvalandırılıp, barındırılması sağlanan bölücü terör örgütüne bile destek vermeyi maharet sayan bir güruh…
Efendiler!
Aklınızı başınıza alın! Tarih önündeki sorumluluğunuz büyük…!
Amerika istiyor diye; onu ver bunu yapmakla olmaz bu işler…
Komşularımızla elbette iyi ilişkiler içinde olunmalı. Ama bunun yolu yöntemi var. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana uygulanmakta olan bir Onurlu Dış Siyasetimiz, hükümetin elinin tersiyle bir kenara itilip, ‘Ver Kurtul’ zihniyetiyle hareket etmenin mantığını anlamak mümkün değildir.
Nerede Kırmızı Çizgilerimiz, Olmazsa Olmazlarımız?
Bir yanda Azeri kardeşlerimizin içleri eziliyor, canları yanıyor, Karabağ Ermeni işgalinde ve sorun olduğu gibi duruyor; siz de bu adamlarla el sıkışıyor, protokoller imzalıyorsunuz.
Bunu Amerika istedi ve AB de sık sık gündeme getiriyor diye mi yapıyorsunuz?
Yoksa bir ihanetle mi karşı karşıyayız?
Ermenistan’da da protokole karşı olan ve bu tarz sıcak ilişkiler kurulmasına karşı olan bir kısım insanlar var. Tepkilerini de oldukça sert bir şekilde gösteriyorlar.
Gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Sarkisyan, ülkesindeki tansiyonu düşürmek amacıyla yaptığı zehir-zemberek bir açıklamada; protokolün imzalanmış olmasının özellikle, ‘Türkler tarafından, Ermeni vatandaşların geçmişte katledilmiş olması gerçeğini değiştirmeyeceğini… Ermenilerin, söz konusu olayı unutulmasının mümkün olmadığını…’ altını çizerek ve defalarca belirtti.
Açıklamanın ardından kısa bir süre sonra da; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmi davetlisi olarak, Bursa’ya Türkiye-Ermenistan milli maçını izlemeye geldi. Her iki cumhurbaşkanı sarmaş-dolaş maç seyrettiler, yemek yediler, sohbet ettiler vs…
Abdullah Gül, Ermenistanlı konuğunu ağırlamaktan mutluydu. En azından ekranlardan öyle görünüyordu. Çünkü, kendisi de, Erivan’a maç izlemeye gitmiş, aynı ilgiyle karşılanmış ve ağırlanmıştı.

***
ABDULLAH GÜL’ÜN AÇIKLAMASI
Bu noktada biraz durup, Abdullah Gül’ün, bundan 16 yıl kadar önce ve Refah Partisi’nin bir milletvekili olarak, Meclis kürsüsünden, Demirel Hükümeti’ni muhatap alarak yaptığı konuşmayı, bir kez daha burada aktarmayı gerekli görüyorum. Bu konuşma metni, bugünlerde bir kısım gazetelerin köşe yazarları tarafından sıkça yazıldı. Ayrıca internet ortamında da oldukça yoğun bir şekilde dolaşmakta…
Bakın, Abdullah Gül 1993 yılında neler söylüyor:
Hükümet, bu politikasıyla, geleceğimizi gerçekten ipotek altına almıştır ve öyle ipotek altına almıştır ki, Ermenistan Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanının cenaze merasimine katılma cesaretini göstermiştir… Sizin nasıl bir uzlaşmacı olduğunuzu, Türkiye’nin menfaatleri söz konusu olduğunda, sizin şahin gibi davranmayacağınızı ve yüzünüzün de ne kadar yumuşak olduğunu bildiği için cesaret bulmuş ve Türkiye’ye gelmiştir.
Siz bana bir ülke gösterin ki, kardeşleriniz savaş halinde olacak, kardeşleriniz katledilecek ve onlar katledilirken, -Bunun müsebbibi Türkiye’dir- diye demeçler verecek; o kardeşlerimiz katledilirken, -Avrupa’nın haritaları bellidir, yerine oturmuştur; fakat Ortadoğu’nun, Asya’nın haritaları nihai şeklini almamıştır- diye açıklamalar yapacak; Kars’ın, Ermenistan toprağı olduğunu iddia edecek, bütün bunlardan sonra o adam Türkiye’ye gelecek ve siz de elini sıkacaksınız!...

Böyle konuşmuş olan Abdullah Gül ile bugün görüldüğü gibi davranan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün aynı şahıslar olduğuna inanmanın ne kadar mümkün olabileceğini siz değerli dostların takdirine bırakmak istiyorum…

***
Özellikle son gelişmeler baş döndürücü nitelikte seyrediyor.
Dün ‘Ak’ dediklerine, bugün rahatlıkla ‘Kara’ diyebiliyorlar.
Protokolün imzalanmış olmasının Türkiye Cumhuriyeti’ne bir yarar sağlamayacağı açıktır. Ancak, bu, Ermenistan için, ölüm döşeğindeki hastaya, onu iyileştirip, ayağa kaldırabilecek mucizevi ilacı vermek demektir.
Adamları Batı’ya açıyor ve entegre ediyorsunuz. Azeri kardeşlerimize yaptıklarına karşılık, onları adeta ödüllendiriyorsunuz.
Sözü uzatmanın ve sağa sola çekiştirmenin anlamı yok. Yapılanların tamamının tek bir anlamı var. O da; Türkiye’yi yönetenlerin, Amerika tarafından oluşturulmaya çalışılan yeni Ortadoğu haritasının şekillenmesine yardımcı olduğudur.
Belki de bir bedel ödenmektedir.
Kim bilir…?
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

14 Ekim 2009 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL’İN
ÖNDERLİĞİNDE ULUSAL MÜCADELE
DÖNEMİNDE ÇIKARTILAN GAZETELER

İLK GAZETE
İRADE-İ MİLLİYE
14 EYLÜL 1919 / SİVAS
Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla fiilen başladığı kabul edilen Ulusal Mücadele’de öncelikli hedeflerden birisi, mücadeleyi vatan sathına yayıp, Türk Ulusu’nun, Vatan Bütünlüğü esasına dayalı tek bir güç olarak birleştirilmesiydi.
Bütün çabalar bunun üzerine yürütülmekteydi.
Sırasıyla gerçekleştirilen Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarının Türk Ulusu’na, geciktirilmeksizin duyurulması da büyük önem arz etmekteydi.
O dönemde Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde yayın yapan gazeteler olmasına karşın; ‘Mütareke Basını’ olarak adlandırılan bir kısım işbirlikçi gazetelerin emperyalizmin emriyle ve güdümünde yayın yapıyor olmaları ve Ulusal Mücadele’ye yakın olan İstanbul’daki gazetelerin de; işgal güçlerinin baskısı altında bulunması ve yayınlarının sürekli olarak sansür edilmesi neticesinde, Devrimci Önder Mustafa Kemal, Ulusal Mücadele’nin her aşamasının, dolaysıyla da bütün gerçeklerinin ve Devrimci Çözümlerin Türk Ulusu’na ulaştırılması için ulusal hareketin kendi gazetesini çıkarmasını zorunlu görmekteydi.
Konu, her ne kadar Sivas Kongresi öncesinde görüşülmüş olmakla beraber; Kongre’nin yoğun çalışma ortamı buna izin vermemişti.
Nihayet, Sivas Kongresi sona ermiş ve Kongre Mustafa Kemal’in başkanlığında Heyet-i Temsiliye’yi seçmişti. Bundan böyle Heyet-i Temsiliye, Meclis açılıncaya kadar Türkiye’yi temsil edecekti.
Mustafa Kemal, öncelikle Türk Ulusu’nu bilgilendirebilmek ve sonra da içeride ve dışarıda yeterli kamuoyu oluşturabilmek amacıyla; kongrede alınan kararların ve yapılan işlemlerin, öncelikle duyurulması gerektiğine olan inancı gereği bir an evvel Ulusal Hareket’in yayın organı olacak gazetenin çıkarmasını istiyordu.
Derhal girişimde bulunarak, Kongre üyesi ve Sivas’ın emektar öğretmenlerinden Rasim Bey’e, ‘Bir Gazete çıkarmak amacındayım. Sorumluluğu üzerine alabilecek ve güvenilir birine ihtiyaç var…’ diye düşüncesini açıklar. Rasim Bey de; bunun üzerine gerekli araştırmayı yapar ve öğrencilerinden güvendiği biri olan Selahattin Bey’i bulur.
Adı, Mustafa Kemal tarafından İRADE-İ MİLLİYE konulan Gazete, Selahattin Bey’in sorumluluğunda ve 14 Eylül 1919 tarihinde ilk baskısını çıkararak yayın hayatına başlar.
İlk manşet yazısı da yine Mustafa Kemal tarafından bizzat kaleme alınır. Ayrıca, Mustafa Kemal’in Kongre’yi açış konuşması da; Gazete’nin ilk sayfasından Türk Ulusu’na duyurulur.
Ondan sonraki sayılardaki bir çok yazı da; yine Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmıştır. Bununla birlikte yazıların tamamı O’nun denetiminde yayına verilir.
İRADE-İ MİLLİYE, yayınını sürdürdüğü müddetçe Ulusal Mücadele ile iç içe olmuş ve bu ulvi mücadelenin gerçeklerinin Türk Ulusu’na ulaşmasında oldukça önemli bir görevi yerine getirmiştir.
Hepimizin bildiği gibi; Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal ve diğer üyeler, Ankara’ya ulaşmak amacıyla, 18 Aralık 1919 tarihinde Sivas’tan ayrılır.
Mustafa Kemal, İRADE-İ MİLLİYE’nin Ankara’ya taşınmasını arzu etmiş olmasına karşın; Sivaslılar’ın ısrarlı talepleri karşısında gazetenin Sivas’ta kalmasını kabul eder.
İRADE-İ MİLLİYE Gazetesi, Mustafa Kemal’in Sivas’tan ayrılmasından sonra yayınını sürdürmeye çalışmış ama pek başarılı olamamıştır. Bir müddet sonra da kapanmıştır.

***

İKİNCİ GAZETE
HAKİMİYET-İ MİLLİYE
10 OCAK 1920 / ANKARA
Mustafa Kemal, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya gelmiştir. Öncelikle Keçiören semtindeki Ziraat Mektebi’ne yerleşilmiş ve karargah burada oluşturulmuştur.
Yapılacak ilk işin yeni bir gazete çıkarmak olduğu fikri Mustafa Kemal’in kafasında her daim şimşek gibi çakmaktadır.
Çıkarılacak gazete, tıpkı İRADE-İ MİLLİYE’nin olduğu gibi; Ulusal Mücadele’nin hizmetinde ve O’nun yayın organı olmak durumundadır.
Gazete’nin adı üzerinde bir iki kısa tartışmada bulunulur. Sonra da, Sivas’taki İRADE-İ MİLLİYE Gazetesi’nin adı bu kez Ankara’da HAKİMİYET-İ MİLLİYE olarak verilir. Bu adı da Mustafa Kemal koymuştur.
Gazete’nin adının konmuş olmasına karşın; ne baskının yapılabileceği bir matbaaları, ne de kağıtları vardı. Sonunda, Ankara Valiliği ile kurulan temas neticesinde, Valiliğin matbaası kullanılır ve kağıt ihtiyacı da Valilik’ten, ödünç olarak karşılanır. Bunun için gerekli izin de Valilik’ten alınır.
Böylelikle; HAKİMİYET-İ MİLLİYE Gazetesi, Recep Zühtü Bey’in imtiyaz sahipliğinde ve ilk sayısını 10 Ocak 1920 tarihinde çıkartarak yayın hayatına başlar.
Mustafa Kemal, yakın arkadaşlarından Hakkı Behiç Bey’in de Gazete’de görev almasını ister.
Gazete’nin ilk sayısında, ‘Hakimiyet-i Milliye’ başlıklı ve bütün ilk sayfayı dolduran başyazı Mustafa Kemal tarafından Hakkı Behiç Bey’e not ettirilmiştir. Bu yazıda; ‘HAKİMİYET-İ MİLLİYE Gazetesi’nin izleyeceği yol ve Ulusal Mücadele’nin amaçları…’ anlatılmaktaydı.
Başyazıda özetle;
Bugünden itibaren yayımlanan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadiselerini ihtiva edecek olan gazetemize bu ismi tesadüfi olarak vermedik.
Gazetemizin ismi aynı zamanda takip edeceği mücadele yolunun da nevidir.
Şu halde diyebiliriz ki, Hakimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin hakimiyetini müdafaa olacaktır.
’ denilmektedir.
Gazetenin ilk sayısının yaklaşık olarak 1500 kadar basıldığı sanılmaktadır.
Dağıtım da; öncelikle ordu birliklerine, İl ve İlçelerdeki Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’ne, Valilikler’e, Dış Temsilciliklere ve bunların dışında da gerekli görülen diğer yerlere yapılmaktaydı.
HAKİMİYET-İ MİLLİYE’nin başyazıları, genellikle imzasızdı. Bunların Mustafa Kemal’in kaleminden çıktığı biliniyordu. Gazetenin tavrı açıktı ve Kuvay-ı Milliye yanlısı olduğunu ve Ulusal Mücadeleyi desteklediğini ortaya koymuştu.
Önceleri haftada iki sayı çıkabilen HAKİMİYET-İ MİLLİYE, daha sonra ve 18 Temmuz 1920 – 6 Eylül 1920 döneminde haftada üç sayı çıkarmaya başladı. 30 Ekim 1920 tarihinden itibaren tekrar haftada iki sayı olarak çıktı.
Mustafa Kemal’in düşüncesi ise; her gün yayın yapabilmekti. Yani HAKİMİYET-İ MİLLİYE günlük çıkmalıydı. Hatta bir defasında, Ankara istasyonunda konakladığı binada, Hüseyin Ragıp Bey’i karşısına oturtup, ‘HAKİMİYET-İ MİLLİYE’yi her gün çıkaracağız. Bununla da sen meşgul olacaksın. Her gün de Başmakale yazacaksın…’ diye söylediği bilinir…
Bunun üzerine, HAKİMİYET-İ MİLLİYE Gazetesi, kendi matbaasını kurmasının hemen ardından ve 6 Şubat 1921 tarihinden itibaren günlük çıkarak yayın hayatını sürdürmeye başladı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca yayınına ara vermeyen HAKİMİYET’İ MİLLİYE Gazetesi, Cumhuriyet’in ilanı ve Türk Devrimleri’nin Türk Ulusu’na yayılması konularında, basına düşen görevi, o dönemin sancak gemisi edasıyla başarıyla yerine getirmiştir.
Büyük Zafer’in kıvancını Türk Ulusu’yla paylaşan HAKİMİYET’İ MİLLİYE, yayınını Ankara’da ve aynı isimle 1934 yılına kadar sürdürdü.
Gazete’nin adı, 1934 yılında ve 4797. sayıdan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in bilgisi dahilinde, ULUS Gazetesi olarak değiştirildi.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yayın anlayışıyla 14 Eylül 1919 tarihinde Sivas’ta çıkartılan İRADE-İ MİLLİYE Gazetesi, 10 OCAK 1920’de Ankara’da HAKİMİYET-İ MİLLİYE ve 1934 yılında da ULUS Gazetesi olmuş ve Gazi Paşa’nın aramızdan ayrılışına kadar da ULUS Gazetesi adıyla yayın hayatına devam etmiştir.
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

13 Ekim 2009 Salı

CUMHURİYET’İN BAŞKENTİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara şehridir
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
Sivas Kongresi’nin ardından, Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal ve beraberindekiler, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldiler.
Neden Ankara?
Mustafa Kemal’in;
Asıl tehlike, batıda, arkasında emperyalist güçler bulunan Yunan Ordusu'dur. Bu bakımdan uygulanacak yol ve yöntem şudur ki; genel durumu yönetip, yürütme sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye, elden geldiği kadar yakın yerde bulunmalıdırlar. Yeter ki, bu yakınlık genel durumu gözden kaybettirecek derecede olmasın!
Ankara bu şartları kendisinde toplayan bir noktada bulunmaktadır. O halde; cephelere ve İstanbul'a demiryolu ile bağlı olan ve genel durumu yönetme bakımından Sivas'tan hiç bir farkı olmayan Ankara'ya gelinecektir
’ şeklindeki sözleri bu soruyu büyük bir isabetle cevaplıyor.
O dönemde Ankara’nın hali içler acısı denebilecek durumdaydı. Kale’nin etrafına serpilmiş gibi duran yıkık-dökük evlerin oluşturduğu ve otuz bin kadar nüfusun yaşadığı, toz-toprak içinde bir Anadolu kasabası...
Modern şehir görünümünden uzak, halkın sosyal yaşamı yok denecek kadar az, ama buna karşın tekke ve dergahların çoğunlukta olduğu bir yerleşim birimi…

***
Ulu Önder, Ankara’yı rastgele seçmemiştir.
Ulusal Mücadele’nin örgütlenmesine başlanmış ve Amasya Tamimi’nden sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri tamamlanmış, alınan kararlar da Türk Ulusu’na duyurulmuştu.
Mustafa Kemal, Ulusal Mücadele’yi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Ankara’dan yürütmeyi kafasına koymuş ve gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti’nin de Ankara olacağını kararlaştırılmıştı.
Ankara’da Karargah olarak Ziraat Mektebi seçilmiş ve çalışmalar bütün yoğunluğuyla sürdürülmekteydi.
O yıllar her türlü imkansızlığın olduğu ve halkın hemen tamamının, çeşitli nedenlerle padişaha kayıtsız-şartsız bağlı bulunduğu göz önüne alındığında; işlerin pek de kolay olduğu söylenemez.
Mustafa Kemal, bir yandan düşüncelerini hayata geçirmeye çalışırken; bir yandan da halkın Ulusal Mücadele’ye katkısını sağlamaya çalışmıştır. Her konuda yapılan muhalefet ve ileri sürülen hilafet yanlısı düşünceler, mevcutlara ilaveten çok daha zor şartları da ortaya koymuştur.
Nutuk’ta da açıklandığı üzere; Başkent konusunda İstanbul üzerinde ısrarla duranlar olmasına karşın; Mustafa Kemal bunlara fazla itibar etmemiş ve dönemin Dışişleri Bakanı İsmet Paşa ve ön dört arkadaşının imzalarıyla 9 Ekim 1923 tarihinde Meclis’e verilen bir kanun tasarısının görüşülmesi neticesinde, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara Başkent olarak kabul edilmiştir.

***
Bu yıl, başkent oluşunun 86. yılı kutlanacak olan Ankara, Atatürk Türkiyesi’ne yakışan bir başkent görüntüsü maalesef vermemektedir. Geçmişteki yazılarımda da bahsettiğim gibi; Başkent’in bir çok sorunu vardır. Su, temizlik, şehirleşme, park, ulaşım vb ilk akla gelenlerdir.
Cumhuriyet’in önemli kazanımları olarak bilinen bir çok kurum ve kuruluşun özelleştirme adı altında emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesi sonucunda; merkez teşkilatlarının İstanbul’a taşınması, Ankara’ya indirilen başka bir darbedir. Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması bile halen gündemde tutulmaktadır.
Şehir’de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK adına ne varsa ortadan kaldırmak için sanki özel bir gayret sarf edilmektedir. Atatürk Bulvarı’nı paramparça eden Kuğulu Kavşakları buna örnek olarak gösterilebilir.
Cumhuriyet’in Başkenti’ne yaraşır görüntülere özen gösterileceği yerde; her boş bulunan alana görkemli bir cami kondurulması da işin cabası. Bunun son örneği de; Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün arkasından Yıldız mahallesine dönülen köşeye yeni yapılan camidir…
Bir Müslüman için kainatın her köşesinin ibadethane olduğu gerçeği unutulmamalıdır…

***
Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş olan Kazanımları’na sahip çıkmak asli görevimizdir.
Hiç şüphe yok ki; Ankara’da bunlardan birisidir.
Her kim ne yaparsa yapsın, nerede ne söylenirse söylensin Cumhuriyet’in Başkenti, ilelebet Türkiye Cumhuriyeti’ne Başkent olmaya devam edecektir.
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com